Bir sabah… Çeşme-Alaçatı, Urla-Zeytineli’nde parsel parsel kamulaştırmaya uyandık..
Bir sabah adı ‘Arap projesi’ oldu,
Daha ertesi sabah ‘yeni Çeşme’
Daha daha ertesi, işte sana yerli ‘Cannes’!
Daha dahası yok mu derken…
Acele kamulaştırılan yerler değiştirildi bir kez daha Cumhurbaşkanlığı’nca, yeni parseller/alanlar açıklandı.
Kültür veTurizm Bakanı, Ankara’da iş dünyasının STK’larını topladı, bilgilendirdi; onlar toplantıdan çıkışta ‘her şey çok güzel olacak’ dedi. Yine Bakan’ın bilgilendirmesine mazhar olan kimi köşe yazarları da ‘valla Çeşme’ye piyango isabet edecek’ diye yazdı. Yereldeki koroya şevkle iştirak eden köşeciler de oldu.
Belediye başkanları susarken; kanımca, pozisyonlarını belirlemeye çalışırken…
Ve elbet, bir ay içinde koskoca bir Yarımada’nın kaderinin iki dudakla belirlenmesine, açıklanan projelerin etkilerine, olumsuzluklarına, yazın 1 milyonu bulan Çeşme nüfusunun su kıtlığına/elektrik/ulaşım yüküne dikkat çekenler de oldu, ‘yapmayın,etmeyin. Turizm sadece betonlaşma İle olmaz. Milyonlarca metre kare hazine ve şahıs arazisine el koyamazsınız, bu kamusal bir yarar değil, bu ticari faaliyet. Hukuk niye var?” diye yazanlar da.
Ama onlar her zamanki gibi ‘istemezükçü’lerdi tabii. Şehrin hainleri. Tüm dertleri her şeye, ota boka ‘hayır’ demek olan entel dantel züppeleri! Sermayeye acı çektirmekten başka bir şey düşünmeyen, yatırım/iş/istihdam alerjisi olan, kafayı ‘yeşil’le bozmuş şehir sadistleri!
Yazarken daraldığım bu berbat/sakil tartışma biçiminden acilen uzaklaşıp, konuyu medenice konuşmak üzere, sözü Sosyolog Dr. Engin Önen’e veriyorum.
Bilmeyenler için hatırlatalım, geçen hafta İzmir Düşünce Topluluğu tarafından düzenlenen, Çeşme ve Urla bölgesi “Acele Kamulaştırma Kararı ve turizm projesi” hakkındaki bilgilendirme toplantısı, Urla’da gerçekleşti. Toplantıda projeye dava açılması için harekete geçilmesi kararlaştırıldı.
Moderatörlüğünü sosyolog Dr.Engin Önen’in yaptığı panelde, çevre konusunda deneyimli avukatlar Şehrazat Mercan, Senih Özay ile TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Helil İnay Kınay ve TMMOB Şehir Plancıları Odası Yönetim Kurulu Üyesi Zafer Mutluer hukuki ve ekolojik olarak yurttaşları aydınlattılar.
Uzun yıllardır çeşitli dergi ve gazetelerde köşe yazılarından, makalelerinden tanıdığımız, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji Ana Bilim Dalı’nın eski öğretim üyesi Dr. Engin Önen’e ‘aydınlatıcı’ olması temennisiyle sordum ben de. Umarım amaç hasıl olmuştur biraz da olsa…
GÖNÜL SOYOĞUL: Siz Çeşme Germiyan doğumlusunuz. Uzun yıllar orada yaşadınız. Çeşmelisiniz…
ENGİN ÖNEN: Urla’da da ortaokul, lise… Yani yarımada.
Önce bir fotoğrafı ortaya koysak? Çeşme’nin, yarımadanın durumu nedir? Kaba hatlarıyla var olan nedir, biz neyi korumaya çalışıyoruz, neyi kaybetmişiz?
ENGİN ÖNEN: Aslında hep denir ya ‘büyük fotoğraf’, büyükten başlayalım. Çünkü bu, büyük fotoğrafın bir bölümü. Yani uzun süredir Türkiye’de, Türkiye ekonomisinin, Türkiye siyasetinin içine girdiği durumu anlamadan, Çeşme’de, Yarımada’da olanları açıklamak kolay değil. Onunla ilişkili çünkü… Kanal İstanbul projesini hangi değişkenlerle tartışıyorsak, aynı değişkenlerle burayı da tartışabiliriz.
Nedir sizce Türkiye’nin içine girdiği ekonomik durum?
ENGİN ÖNEN: Bu küreselleşme döneminde Türkiye’de sermaye, klasik anlamdaki sanayi, tarım, turizmle falan gitmiyor. Türkiye ekonomisi bunlara dayanmıyor. Uzun zamandır, bu iktidarın sürüklediği sermaye hareketi var. O da nedir? Bayındırlık ve imar işleri… İmar üzerinden gidiyor. Bu bir yandan göreli olarak geçici de olsa istihdam yaratıyor, zincirleme olarak çok sektöre etki ediyor. Bu, ekonomik krizi sanki geçici olarak örtüyor, gizliyor diyelim. Bakıyoruz patır patır sanayi firmaları iflas ediyor, tarımda durum içler acısı… Buna dayanan bir iktidar dolayısıyla planlamasını hep bunun üzerinden gerçekleştiriyor. İstanbul Amiral Gemisiydi. Orada büyük beton sermayesinin koçbaşları vardı ama tıkanma noktasına geldi. İstanbul bir kara delik gibi… Sermaye açısından, işgücü, nüfus, mülteciler derken orada bir doyum noktası oluştu ve son dönemlerde…
BU İKTİDAR ÇOK OBUR!
Yani şimdi yeni bir kara delik mi yaratılmak isteniyor?
ENGİN ÖNEN: Buradaki kaosu, tıkanmışlığı, doymuşluğu başka bir kanala aktarmaya çalışıyor. Yani uzunca zamandır planlanan bir şey var; entegre bir proje. İzmir- İstanbul Otoban yolu o kadar gerekli miydi? Körfez Geçiş Projesi, İzmir’in trafiğine katkı yapabilecek bir şey miydi? Büyük bir proje ama bu İstanbul’u yarımadaya bağlama projesiydi. Az çok bu biliyordu. Hem bu beton sermayesi yeni alanlar arıyordu hem de yeni bir trend var; metropol insanı üst orta sınıflar, eskisine göre daha akışkan ve hareketli…. Çok yerde yaşıyor. Çok yerli hibrit yaşamlar. Yani 1 ay kentte, 1 ay kırda…Metropol müptelalığı da var. Yani İzmir’den İstanbul’dan vazgeçemiyor ama Karaburun’da Çeşme Alaçatı’da bir taş ev de olsa diyor… Nasıl olsa artık pek çok işlem internet üzerinden oluyor. Bir de ulaşım hızlanırsa İstanbul’daki bu hareketli nüfusun bir kısmını buraya akıtmak. İstanbul’da doyum noktasına ulaşmış beton sermayesi için yeni bir alan açmak. Birinci ayağı bu gözüküyor.
İkincisi; bu iktidar çok obur! Kaynak tüketme bakımından da çok obur… Özelleştirmeler… Klasik anlamdaki fabrikaların hepsini sattık! Kamu iktisadi teşekküllerini sattık. Yani evdeki gümüş takımları sattık! Yeniden bir şey yaratmak gerekiyor. O da nedir? Geriye hazine arazileri kaldı…Yani bunu şöyle düşünmek lazım; bu kamuoyunda kamulaştırma diye tartışılıyor ama bu özelleştirme projesi… 9 buçuk milyon metrekarelik artısı olan bir yeri yüzde 2’lik bölümü kamulaştırılacak, özel mülk olanlar araştırılacak. Ama 9 milyon metrekareden daha fazlası zaten kamuya ait, kamulaştırılacak bir alan değil ki! Bu projelere tahsis edilecek. Normal bir iktidarı, devleti besleyen vergiler falandır ama sürekli kaynak tüketen bir iktidar var. Sarayla, savaşla…. Sürekli doymayan bir iktidar var. Onun için kafa böyle çalışıyor.Sosyal medya veya medya üzerinden izlediğimizde hep böyle olur; ‘istihdam yaratacağız’.
O “sihirli” cümleye gelmeden önce kamulaştırmaya, sizin ifadenizle özelleştirmeye değinelim. Öyle karışık ki; önce kamulaştırdık denilen alan, hemen akabinde değiştirildi, daha az alandan bahsedilir oldu. Öyle mi oldu? Siz o yöreyi adım adım bilen birisiniz, ‘ne oldu’yu anlatır mısınız önce?
ENGİN ÖNEN: Önce otobanın güney bölgesindeki Urla’nın Zeytineli köyü, yani Urla’nın en batısındaki sahil ile Alaçatı’nın ya da Çeşme’nin en doğusundaki sahil birleşikken, Urla ile Çeşme’nin birleştiği yerdeki bakir alan; Zeytineli ile Alaçatı Mersin koyu diye bildiğimiz alan! Esas projenin odaklandığı yer burası… Yani denizle ilişkili bir yer. Buna bağlı olarak hem Alaçatılı hem Zeytinelili vatandaşların tarlalarına, evlerine, arazilerine, bir kısmına zaten tapulardan şerh kondu. Zeytineli İle Alaçatı’nın bir kısmının biraz daha iç kısımda, biraz daha yola asfalta yakın bölgede Alaşar Ovası dediğimiz tarımsal alan var. Eski Alaşar Köyü, terk edilmiş köy… Germiyanoğulları döneminden… Terkedilmiş alan da önce kamulaştırma kapsamındaydı fakat sonradan kısa bir süre sonra yeni bir karar açıklandı ve ‘burayı kamulaştırmadan çıkarıyoruz’ dendi. Yani bunlar özel konumunu koruyacak ama bu bölgeyi agro turizm alanı olarak açacak… Zaten oraya entegre bir alan olarak. Yani ‘ben turizm alanı açıyorum, burada yoğun bir yapılaşma nüfus hareketi sağlayacağım, bunların da modaya uygun olarak turizm amaçlı tarım alanı haline getireceğim. O zaman satın almama gerek yok. Ya da ben kamulaştırmayayım, isteyen şirketler alır veya köylü orada benim tarif ettiğim şeyleri yapacak’ diyor. Ben gideyim şimdiki yasaya göre çiftçilik mi yapacağım? Yok yapamayacak. Bir de teknik olarak böyle bir boyut var. Önce alanı tanımlıyor, planı sonra yapıyor. Yani kamulaştırırken oradaki birçok bölge imara kapalıydı. Öyle kamulaştırıyor, kamulaştırdıktan sonra imara açıyor.
Peki niye önce geniş ya da farklı bir alanı kamulaştırıp sonrasında alanı ‘vatandaşımızı mağdur etmeyeceğiz, onların istemediğini biz istemeyiz’ mealinde bir açıklamayla değiştirdiler? Geri adım mı, nedir?
ENGİN ÖNEN: O bilemiyorum ne kadar doğru! Geçen gün bizim Urla’da yaptığımız toplantıda muhtarlar da vardı.Bir arkadaş dedi ki doğrulatmaya muhtaç ama Zeytineli muhtarını bizzat Cumhurbaşkanı arayarak konuşuyor. Yani bu proje belli ki sarayda organize ediliyor. Yani Cumhurbaşkanı köy muhtarı ile doğrudan irtibat halinde bu projeyle ilişkili… Ama yine de doğrulatmaya muhtaç! Ben muhtarın kendisinden dinlemedim, oradaki köylüler söyledi. Dolayısıyla da bu gelen tepkiler…Yoğun bir mahkeme hazırlığı var. Özel mülk anayasal hak. Takdir komisyonlarına itiraz olacak, süre uzayacak. İnsan hakları mahkemesine kadar gider! Hızlandırmak için muhtemelen o özelleştirmeden vazgeçtiler. Fakat ikinci evre; bu nitelikli turizm alanı kapsamını 2’ye katladılar. Yani her sabah neye uyanacağımızı bilmiyoruz! Bu enteresan ülke. Bu kadar sipariş üzerine planların değiştiği medeni bir ülke var mıdır dünyada, bilemiyorum!
ÖZEL MÜLKLERİN BAŞINA NE GELECEĞİ MEÇHUL!
Sırf şunun bile; bu projeye evet diyen, yatırım gelecek düşüncesiyle sevinen insanları bile rahatsız etmesi, şüpheye düşürmesi gerekir aslında… Bir gün böyle, ertesi gün yok öyle değil böyle… Yarın ne diyeceği konusunda hiçbir garanti yok.
ENGİN ÖNEN: Evet, çünkü güven verici bir şey değil bu… Sürekli olarak son yıllarda sit haritaları, sit dereceleri değişiyor. Ama bunun teknik bir takım prensipleri vardır. Çevre, bölge planlama mühendisliği diye bir alan var. Şehir, bölge planlama ilkeleri vardır. Bir bölge planlanır ve içinde imar planları, küçük ölçekte şeyleri de belediyeler yapar. Böyle olmuyor! İki, üç yılda bir… Bizim başımız döndü artık! Ben de oralıyım. Bizim arazi sit mi? Doğal sit. Sonra sabah bakıyoruz, öyle değilmiş başka bir şey olmuş, ertesi gün başka bir şey olmuş. Önce bir proje planlanıyor, buraya biz bir şey yapalım. O açıklanmadan vatandaşa, ya da uzmanlarla tartışılmadan plan özellikleri tekrar değişiyor. Nitelikli turizm alanı diye bu defa Zeytineli, Alaçatı değil Uzunkuyu’nun bir bölümü, Nohutalan Köyü ve Germiyan’ın önemli bir bölümü de, yerleşim yeri hariç, bu tanıma girdi. Köylülerin kimisi ‘buranın değeri artacak benim de gelirim’ diyor, kimisi ‘acaba bizim arazimize de el koyacaklar mı’ diyor. Otobanın altını turizm alanı, otobanın güney kısmını bu sonradan eklenen biraz önce saydığım Germiyan-Nohutalan-Uzunkuyu bölgesini ise bir nevi buranın arka bahçesi gibi tanımlamış! Bakanlık sitesinden onu öğreniyoruz. Yani burada diğer nitelikli kesimde; oteller, konutlar, muhtemelen villalar, kültür merkezleri, 20 tane golf sahası… Bunlardan bahsediliyor. Otobanın üst kısmı da, kuzey bölgesi Germiyan-Nohutalan-Uzunkuyu bölgesi ise bu projeye entegre lojmanlar, diğer depolama alanları ihtiyacına göre tanımlanıyor. Burada bilmiyoruz, nasıl bir tasarrufta bulunacaklar. Ertesi gün o hazine arazileri de bazı firmalara tahsis edilirken onun içinde kalan özel mülklerin başına ne geleceğini öngörmek mümkün değil!
Gerilim filmi gibi, feci bir şey bu! ‘Adalet mülkün temelidir’ nerede? Orada mülkü olanın belki de tek varlığı, gelecekteki güvencesi belki o mülk ve yarın ne olacağını bilmiyor…
ENGİN ÖNEN: Kesinlikle. Bu neoliberalizmi çok arabesk bir şekilde benimsedik ya da bizde böyle yerleşti. Bütün her şeye piyasa değeri üzerinden tanımlamaya başladık. Bunun dışında değer yok mu? Mesela benim için Çeşme, Germiyan, dağlar, ovaların başka bir anlamı var. Benim yaşam alanım. Yaşam alanı diye de bir değer olması lazım! Kaç para, köylü ne istiyor, bin lira mı istiyor iki bin lira mı istiyor, bunun üzerinden tanımlanıyor… Ya ‘istemiyorum’ yok mu? Ben istemiyorum, mülkümü satmak istemiyorum. Bunun modern devletlerde şöyle bir karşılığı vardır; kamulaştırmanın gerekçesi vardır, kamu yararı, üstün kamu yararı… Yurt savunması, üniversite alanı, baraj… Üstün kamu yararı yani. Şimdi burada bir ticari faaliyet sürdürülecek, kamulaştırıyorum. Bir defa kamulaştırma tanımına uygun değil. Eğer orada ticari faaliyet sürdürecek firmalar varsa gider vatandaşa pazarlık eder. Ama ben satmak istemeyebilirim, ben orada yaşamak istemeyebilirim, orayı terk etmek istemeyebilirim.
Baba ocağındır, ata toprağındır… Çok seviyorsundur,senin için paradan gayrı başka değeri vardır.
ENGİN ÖNEN: Bu süreç sonradan şuna dönecek; muhtemelen köylülerden alacaklar, bir takdir komisyonu kurulacak . Sonra da tabi oranın değeri, bir soylulaştırma faaliyeti oluşacak. Orada köylüler yaşayamaz hale gelecek.
YARIMADA’DA YAŞADIĞIMIZ BARBAR KAPİTALİZM!
Buna sosyolojide vahşi kapitalizmin ötesinde… Ne diyorsunuz? Bunun bir adı var mı?
ENGİN ÖNEN: Vahşi kapitalizmi ilk döneminde Marx tanımladı ama o işgücü sömürüsü üzerinden tanımlamıştı. Şimdi aslında sermaye sadece işgücü sömürüsüyle yetinmiyor. Yani doğayı da sömürerek karını maksimize etmeye çalışıyor. Yarımadada aslında biz bunu yaşıyoruz. Onun için ‘barbar’ kelimesi bana daha uygun geliyor. Barbar kapitalizm! Barbar sermaye! Kapitalizm iyi kötü bir evrim geçirdi, formlar geliştirdi. Bir şey yapılacaksa ÇED raporu dedi…
Ki kapitalizmi bile tartışıyor dünya uzun süredir… Böyle sürdürülemeyeceğini… Üstelik bunu tartışanlar arasında, dünyanın en fazla kapitaline sahip isimler de var. Biz neyi tartışıyoruz?
ENGİN ÖNEN: Bizdeki barbar… Hiç kural yok. Tek, kar maksimizasyonu… Bakıyorsunuz yarımadaya çok sayıda RES’ler kuruldu. Tartışma şöyle gidiyordu; temiz enerji, sürdürülebilir enerji… Güzel ama bir planlama yok mu? Mesela köyün içinde dikmek zorunda mısınız? Ben orada akşam terasımda oturuyorum, onun gürültüsünü dinliyorum. Kimi dev pervanelerin gölgesini … Onun altında hayvancılık yapılamıyor. Onun yüzünden bir sürü mülk kamulaştırıldı.
Bazen de bu karşı çıkanlar mahkemeye verenler protesto edenler olarak, bizlere ‘istemezükçü’ deniyor ya, sanki çok hafif bir laf, sanki biz entelektüel züppelik peşindeyiz! Öyle değil. Bizim yaşam alanımız… Biz Germiyan’ın içinde 2 tane taş ocağını kapattırdık, 6 kez mahkemeye gittik. Adeta köyün içinde. Diğeri de baraj koruma sahası içinde… 6 defa mahkemeye ne gerek var, normal koşullarda!
Taş ocağını savunanlar da şöyle diyorlar; taş ocağına karşı çıkıyorlar ama yollarımızın asfalt olmasını da istiyorlar. Bu mantığı izah eder misiniz?
ENGİN ÖNEN: Çok basit bir laf… ‘Biz şimdi 100 bin kişi istihdam edeceğiz buralara el koyuyoruz, refahı artacak burasının’, ‘Çeşme uçacak ‘ diyorlar ya, uçmasın kalsın yerinde! Oradaki sağduyulu yurttaş bunu istiyor. Diğerlerine gelince; 10 yılı aşkın süredir taş ocakları, balık çiftlikleri, rüzgar enerji santralleriyle mücadelemizin gerekçesi ne? Balık çiftliği olmasın diyor muyuz? Hayır. Ama normları olsun. Öyle koylara kuruyorlar ki, öyle ölçekte kuruyorlar ki o balık yemleri, yüzen vatandaşların ağzına burnuna giriyor. Ayrıca balıkçılar söylüyor; deniz dibi dokusunu bozuyor. O kadar yoğun bir yem ve balık dışkısı var. Balık çiftliği kurulsun, ama sürdürülebilirlik kriterleri içinde, denizin kendini temizleyebileceği kapasiteyi aşmayacak standartlarda kurulsun! Taş ocaklarıyla ilgili; taş çıkmasın demiyoruz. Yerleşim yeri ve zeytinlikleri koruyacak şekilde; yerleri devlet tarafından planlansın oradan çıksın. RES’ler de öyle! RES’ler için de aynı mantık… Yer seçimleri niye böyle yapılıyor? Çünkü maliyeti daha düşük…
Çünkü yol geçiyor.
ENGİN ÖNEN: Evet. Yani enerji aktarım alanına yakın, yol maliyeti düşük, ulaşım maliyeti düşük vs. Bu barbarlar doymuyor! Az karla da yetinmek istemiyor. Çünkü bu tür yatırımlar diğer sanayi kapitalizminin yatırımlarından farklı olarak kısa sürede paraya dönüyor. Cazibesi bu! Yarımada bunun çok ciddi tehdidi altında! Bir yandan bu İstanbul ile bağlantı, İstanbul’un arka bahçesi olması bakımından, bir yandan da enerji ve beton sermayesi açısından çok karlı bir alan…
Çeşme uzun yıllar İzmir’in arka bahçesiydi. Orada bir yığın yazlık konut var. Yılın 2-3 ayı maksimum, kullanılıyor. Onun dışında kullanan çok az… Neyse ki genelinde yükselti yok. Ama çok fazla ev var ve halka açık çok az plaj… Denize girmek için beachlere 400-500 lira bayılman gerekiyor. Çeşme çok iyi korunmuş ya da çok iyi planlanmış bir yer mi? Taş ocağı/asfalt yol mantığı kuranlar, muhtemelen şu mantığı da kuracaklar: Orası zaten öyleydi bari hiç değilse turizme açılsın… Ne dersiniz?
ENGİN ÖNEN: Ama öyle değil. Şöyle; şimdi önümüzde Kuşadası örneği var. Alanya falan oteller turistik tesisler cenneti ama dünyadaki turizm kavramı da değişiyor. İnsanlar bir yere giderken oradaki tesis çok farklı diye gitmiyor, oranın doğal ve tarihi değerleri de önemli. Onlar da turistik değere sahip. Öte yandan sizin anlattığınız şey; Çeşme’de zaten bir doygunluk var! Bir turizm açlığı değil ama bu tesislerle yeni bir talep yaratılmak isteniyor. O zaman da ekolojik hesaplar yapılması lazım. Yani 100 bin yabancı dil bilen personel çalıştıracağım demek, bunun bahçıvanı, şoförü, güvenlikçisi var, oldu 200 bin. 200 bin personelin hizmet edeceği kişi kaç hesaplanıyor? Dikkat ediyorsanız bize bakanın söylediği şey tepkileri azaltmak veya kamuoyu desteği sağlamak için 100 bin nitelikli personel alacağız, yani istihdam yapacağız. Peki kaç kişi getireceksiniz buraya, neyi planlıyorsunuz? Bu 100 bin kişi kaç kişiye hizmet edecek? En az 1 milyon! Bu coğrafya, bu bölge 1 milyon kişiyi taşıyabilecek kapasiteye sahip mi? Bu 1 milyon kişiye ne kadar bir yapılaşma ihtiyacını karşılayacak? Yol yetecek mi? Su yetecek mi? Gürültüsü vs. Neleri feda edeceğiz? Ama bunlardan söz edilmiyor. İki şeyden söz ediliyor; istihdam yaratmak ve Türkiye’ye şu kadar milyar dolar sermaye gelecek. Onların akıllarında fikirlerinde olan şey bu! Bir sermaye burada kar yaratmak için mi gelir, istihdam yaratmak için mi gelir? Sermayenin umurunda mı? Burada önemli olan devlettir. Bu dediğimiz şeyleri gözetecek olan devlettir. Yani burada bir şehir planlama ilkeleri var, korunması gereken değerler var. Bunu devlet düşünmeli… Bunu sermaye düşünmez ki! Sermaye karını düşünür doğal olarak… Onlar da zaten iktidar destekli himaye görmeye alışmışlar. Hiç kimsenin ne yerel halkı, ne hukuku dikkate aldığı var. Ancak artık bundan sonraki süreç oradaki yöre halkı veya İzmir sivil toplumunun sürdüreceği hukuki mücadeleye kalmış gibi gözüküyor!
İlk hareket İzmir Düşünce Topluluğu’nun öncülüğünde başladı… Bu nasıl bir hareket? Geçmişi 3 yıl öncesi mi?
ENGİN ÖNEN: Yok, daha fazla… Ama belki de öncesinde daha içe dönük bir çalışması vardı. Son 3-4 yıldır da biraz, sadece düşünceyi tartışalım değil de… Çünkü düşüncenin tek başına bir anlamı yok. Onun hayata denk gelen uygulamaları ve eylemleri de olması gerekiyor. Mesela düşünce özgürlüğünü, üniversite özerkliğini savunduğunuzda ihraç edilenlerle ilgili sesinizi duyurmanız lazım; bu yanlıştır diye! Bu türden şeyler yaptık mesela…
Kurucuları, topluluğa ait site adresinde yayınlananlar mı?
ENGİN ÖNEN: Onların bir kısmı yanıltıcı ama onlar bir şekilde gelip geçmişler veya baştan beri var, kimileri ara ara…
Tunç Soyer’in önderliğinde mi kurulmuştu?
ENGİN ÖNEN: Değil ama Tunç Bey de daha sonra katılmış. Ben de sonradan katıldım.
Kurulmasında ilk önayak olanlar kim?
ENGİN ÖNEN: Konak’ta bir grup arkadaş… İsim isim sayarsam eksik olabilir, önce klasik siyaset dışında bir araya gelelim, bir şeyleri farklı konuşalım tartışalım iye hareket etmişler. Ona daha sonra Tunç Bey de destek olmuş, ama 6-7 yılı var. Ardından zaman zaman dönemin Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş da destek oldu. Sadece Tunç Bey’indir değil ama o Seferihisar Belediye Başkanıyken biz toplantıların bir kısmını da yazarlar ev sahipliğinde yapıyorduk. Bu yatay ilişkileri içeren, önceliği birtakım kent yoksulluğu, kent mutabakatı olan, bunları tartışan bir grup… Ama sadece akademisyenlerden oluşmuyor, akademisyen pek de yok açıkçası. Ama bu gibi şeyleri konuşalım tartışalım olarak başlayıp sonra pratik sorunlara, güncel gelişmelere göre başka etkinlikler de düzenlendi. Geçen ay jeotermal üzerin bir toplantı yaptık, Mimarlar Odasında jeotermal enerji ve etkilerini tartıştık. Bu Çeşme’deki meseleyi de… Onun için bizde ekolojik komisyon var. O komisyon da arkadaşlarımızla bu türden bir hazırlık yaptık. Büyük ilgi gördü tabii… Bir bilgilendirme toplantısıydı, eylemden ziyade hukuki ve mühendislik boyutuyla bir bilgilendirme toplantısı yaptık. Bu düşünce topluluğunda ağırlıklı olarak siyasetle ilgilenen arkadaşlar var ama yine ağırlıklı olarak CHP, bir miktar HDP ve ÖDP gibi… Böyle tek bir parti yapısı da yok işin açıkçası…
Nasıl bir topluluk? Evrilmiş çünkü… Başlangıçtan,kurulmasından sonraki dönemden…. Amaç nedir?
ENGİN ÖNEN: Biz her ayın son Salı günü toplanıyoruz. Eskiden yazarlar evinde toplanıyorduk, Konak’ta bir otelde toplanıyorduk şimdi Asansör’de toplanıyoruz. Orada her ay bir gündem oluyor ve onu konuşuyoruz. Ona bağlı olarak ihtiyaç olursa bir komisyon oluşturulup projelendiriliyor. Bu şekilde ilerliyor. Önümüzdeki günlerde yerel demokrasi konusu üzerinde de odaklanmaya başlayacağız ama gündem bizi çevre meselelerine, ekolojik sorunlara sürüklüyor. Çünkü ekoloji meselesi sadece bir aktivizm meselesi değil, aynı zamanda düşünsel bir mesele… Ekoloji insanın diğer insanların doğayla ilişkilerinin karmaşık bir sistemi… Burada kriz yaşıyoruz. Bugün dünya siyaseti de aslında bunun üzerinden gidiyor. Yani savaş bir ekolojik krizdir! Birleşmiş Milletler’de çalışan sosyologlar, sosyal bilimciler ya da iklim bilimciler…. Bu mülteci akını savaşlardan olduğu gibi aslında iklim değişikliği ile ilgili de yaşanacak. Çok önemli bir mesele bu!
Geçen hafta İstanbul’a gelen ünlü sosyolog Richard Sennett; buna dikkat çekiyordu…
ENGİN ÖNEN: Marcuse’lerden, Frankfurt Okulu’ndan günümüze kadar bu kaygılar dile getiriliyor. Sadece klasik sosyalizm ya da marksizm insan, işçi sömürüsü üzerine odaklıydı Marcuse (*) diyor ki ‘doğayı egemenlik altına alma araçları aynı zamanda insanların diğer insanları egemenlik altına alma araçlarına dönüşüyor.’ Yani bu ikisi birlikte… Doğa sömürüsü ayrı, insan sömürüsü ayrı değil! İnsanı sömüren kapitalizm de doğayı sömüren sosyalizm değil! Aynı sistem! Orada doğayı alt etmede üstünlük sağlayanlar, insanı alt etmede de üstünlük sağlıyor. Bu araçları birbirinden ayırmamak lazım! Onun için biz düşünce topluluğunda bunu tartışıyoruz bazen; biz ekoloji hareketi mi olduk diye. Değil ama bundan bağımsız da olamadığından azade de olamaz çağımızın düşüncesi…. Mesela 25-30 yıl önce Türkiye’de çevre sosyolojisi diye bir alan yoktu. Ben 25 yıldır bu dersi veriyorum üniiversitede… Çevre sosyolojisi, çevre psikolojisi dersleri eskiden yoktu. Ama Avrupa’da başladı. Sosyoloji,psikoloji bu alana girdi. Biraz da çağın gerektirdiği ihtiyaçlardan dolayı… Ozon tabakası, yağmur ormanları, genetiğiyle oynanmış gıdalar derken bu kavram ve konu sosyal bilimlerin bir alanı haline geldi. Biz de düşünce topluluğunda bu konulardan bağımsız kalamıyoruz. Bunu sürdüreceğiz ama önümüzdeki aylarda sanırım biraz şunu da unuttuk; yerel yönetimler artık demokrasi işlevinden çok uzaklaştı. Oysaki yerel yönetim literatürde yerel katılım ve demokrasi ile anılır. Yani sadece hizmete kilitlendi. Bu iktidarın tarzı zaten. Önümüzdeki aylarda komisyon karar verirse sanırım bir yerel yönetim ve demokrasi konularında da etkili şeyler yapacağız.
HAYIR! BU BİR YURTTAŞ HAREKETİDİR
Anladığım kadarıyla siz düşünce topluluğunun gereğini yerine getirip belki bir sivil toplum kuruluşuna, bunun sonraki aşamalarını takip etmesi anlamında bir rol verebilirsiniz? Ya da kendiliğinden alınabilir.
ENGİN ÖNEN: Aynen öyle. Ekoloji ile ilgili toplantıları yaparken bazı arkadaşlarımızın şöyle kaygıları oldu; bu kadar çevre derneği var, çevre hareketi var. Bize derlerse siz kim oluyorsunuz? Hayır, bu yurttaşlık hareketidir! Biz biraz çağrıcı da olduk. Böylece o hareketler, o platformlar, o dernekler hepsi toplantılarımıza katıldı. Şemsiye oldu. Biz öncüyüz, biz sahibiz değil ama yatay bir ilişki ağı oluştu. Hepimiz söz aldık ve bir diyalog oluştu. Urla’daki toplantımızı salon almadı, 250 kişi falan salon dışına taştı. Biz bunu öngörmüyorduk. Oradaki tüm çevre hareketleri hemen hemen hepsi buna ilgi gösterdi. Çevre hareketlerinin kendileri arasında çatışmalar olabiliyor ama burada yaşanmadı. Bu anlamda da bizim bir fonksiyon, bir öncülüğümüz yok, hiyerarşik olarak üst oluşumuz diye bir şey söz konusu bile değil ama çağrıcı olma bakımından bir fonksiyon görüyoruz.
Çeşme projesi meselesi yurttaş meselesi… Mesela planlama yapanlar sarayda veya bakanlıkta, burayı masa başında planlayanlar, yurttaşı saymıyor! Biz sonra öğreniyoruz bakalım ne olacak diye… Biraz golf biraz bir şey diyorlar ama 9 buçuk milyon metrekareyi bölümlerini nasıl yapacaklar? Yurttaşı yok bunun…
İklim değişikliği, bizi bekleyen su krizleri, uzun süredir bana ‘belki Türkiye’nin tamamında değil ama en azından İzmir’de çim ekimi artık yapılmayacak kararı verilebilir’ diye düşündürtüyordu. Çünkü o çimleri sulamak, büyük bir su israfı; ayrıca, çok çok az suyla benzer bir yeşillik/görsellik yaratılabilecekken… Bırakalım çimi, şimdi golf sahalarından bahsediliyor. Golf demek, milyonlarca metreküp su ve o çimi aynı durumda tutabilmek için müthiş kimyasalların kullanılması demek. Yerli/yerel sermayeden hiç bu konuda da itiraz yok,duymadım. Bazı şeyler için (turizm, istihdam) için bazı şeyler (doğa,su kaynakları) feda edilebilir mantığını görüyorum sadece ve gerçekten üzülüyorum. Ne diyorsunuz buna?
ENGİN ÖNEN: Şimdi istihdam yaratacağız diye pozitif mesajlar, kaç milyar dolar sermaye gelecek, diğer yandan köylüler de kazanacak falan…Turizm… Turizm kavramı bizde hep bir sürü gayrimeşru uygulamanın üstünü örtmeye yarıyor. İmar planlarında bile birkaç koyda, sit alanında ruhsat alıyorsunuz 3 kat imar olan yere 6 kat çıkıyorsunuz. Bunun uğruna biz nelerden vazgeçiyoruz? Bunların bir kısmı parayla karşılanacak şeyler değil. Bu çevreyle ilgili bazı standartlar gelirken şöyle hesaplamalar yapılıyor; kirleten öder. Denizi doğayı bir şeyi kirletmişsen ona ceza vereceğiz. Ama bazı şeyler var ki onun telafisi imkansız, parayla onu yerine koyamayacağız. 20 golf sahası için çevre mühendisi arkadaşlar saptamışlar rakam aklımda değil ama bir küçük kasabanın su ihtiyacını yutacak bir şey yaklaşık… Peki dediğimiz gibi o çim… Avrupa’da başka bir şey. Zaten doğada var, ek bir bakım gerekmiyor. Ama burada ne kadar yapay gübre kullanılacak? Sonra organik tarım… Öyle bir şey yok. Kandırmayalım birbirimizi! Turizm yapacağız. Yok böyle bir şey! Bu tamamen paraya endeksli, daha çok kazanmaya endeksli, iktidar için kaynak yaratmaya endeksli bir proje! Birçok davada görüyoruz, hemen onaylanıyor ÇED gerekli değildir. Her şeyde ÇED gerekli değildir. O zaman bu standartları, yasaları nasıl uygulayacağız? Sonra biz mahkemeye verip mahkemeden ÇED gereklidir kararı alıyoruz ve bu kararların hepsinden de uygun değildir sonucu çıkıyor. Yani Çevre Etki Değerlendirmesi bakımından bu işletmelerin çoğu hatalı… En son aldığımız karar; baraj koruma sahasındaki taş ocağı için… ÇED gereklidir kararı aldığımızda bilirkişi diyor ki; uygun değil. Bizde Çevre Bakanlığı, Çevre Müdürlükleri adeta çevreyi korumak için değil de onu katledenlerin işini kolaylaştırmak için işlev görüyor.
MARKA KENT, LİBERAL, PİYASA KAVRAMIDIR, PAZARLANACAK KENT DEMEKTİR
Bu arada Yunan adaları cazibesini koruyor ve her giden orada doğanın, var olanın korunduğunu anlata anlata bitiremiyor. Hiç öyle devasa tesisler falan da görmüyoruz oralarda. Mesela Midilli için Çevre Bakanlığı’nın 1977-78 yıllarında bir koruma kararı çıkardığını, mülk sahiplerine çok ucuz krediler vererek, insanların bakım onarım yapmasını sağladığını, mimari karakter standardı getirdiğini öğreniyoruz. Bunu 70’li yıllarda yapmışlar. Ne eksiği var; Çeşme’nin, Urla’nın?
ENGİN ÖNEN: Bir defa tesis olarak adaların bizden hiçbir fazlalığı yok. Biz de tesis daha çok . Bizde daha modern, daha lüks tesisler var.
Niye adalar daha cazip o zaman?
ENGİN ÖNEN: Evet, işte orada kaybettiğimiz bu değerleri buluyoruz. Tabi ki metropol insanı, tüketim toplumu biraz daha korunmuş, kimliği karakteri olan yer arıyoruz hepimiz… Ben uzun zamandır eleştiririm, zaman zaman belediye başkanlarıyla da ters düşeriz. Marka kent! Marka kent çok liberal bir kavramdır, piyasa kavramıdır. Çünkü marka kent demek, pazarlanacak kent demektir. Oysa ki şuna dikkat etmiyoruz; Biz pazarlayacağız derken kimlikli kent, kişilikli kent meselesini çok ihmal ediyoruz. Mesela İzmir’de şu tüm sahil bandında Alsancak- Güzelyalı’ya kadar olan bölge yalılar köşkler bölgesiydi. Öyle mi kalsa iyiydi, şimdi ki apartmanlar mı? Bazı şeyler yapılınca geriye dönüşü imkansız oluyor. Onun için Çeşme’de ki proje böyle bir risk taşıyor! Çünkü bu böyle çılgın bir proje! Dev bir proje! Yani büyük bir alanı uzun yıllar etkileyecek, hatta yarımadanın yüzyıllarca kaderini belirleyecek bir proje var. Tabi ki burada çalışan olacaktır ama meseleye öyle bakarsak o zaman biz doğayı, tarihi, mimariyi koruyamayız! Yıllar önce Bergama’da altın madeni de böyle çıktı. Çevreciler olmasa o kadar arıtma tedbirleri arttırılır mıydı? Ne dediler? İstihdam yaratacağız, Türkiye zengin olacak, Bergama zengin olacak. Oldu mu? Bergama’nın işsizliği mi çözüldü? Hayır. Bergama’da müthiş bir refah artışı mı oldu? Hayır. Türkiye buradan zengin mi oldu? Hayır. Ama bu bir ideolojik yanılsama… Bunu kamuoyuna pompalayarak insanların reaksiyonlarını azaltmaya çalışıyorlar.
Bir sosyolog olarak, söyleşinin başında bahsettiğiniz ama söylediğiniz bütün bu rasyonel düşüncelere rağmen, bir kesimin ısrarla bunları savunanlara ‘istemezükçü’ demesini nasıl yorumladığınızı söyler misiniz? Ne yapılmak steniyor? İtibarsızlaştırmak mı?
ENGİN ÖNEN: Kesinlikle! Sanki böyle birtakım insanlar hangi proje olsa istemezük diye ortaya çıkıyorlar. Ama öyle değil! Çünkü İzmir’de bir sürü tesis yapıldı, otel yapıldı, Çeşme’de yapıldı, Karaburun’da yapıldı. Bu çevrecileri onlarda görmedik. Ama son yıllarda bu barbar, kural tanımaz, yerel halkı tanımaz bir sermaye saldırısı var! Bir an önce kazanacağım saldırısı var, normlara uygun değil. Onun için bu insanları öyle değerlendirmemek lazım. En son gökdelen meselesini de tartıştık İzmir’de… İyi bir şey oldu. İzmir, o gökdelen olmazsa batmaz, değer kaybetmez! Değer de kazanır! Havagazından, galeriaya kadar birçok örnek var. Bu istemezük diyenler şehre değer katmıştır. Ama bir sürü de tesis yapıldı, binalar da yapıldı. Herşeye karşı çıkılmadı. Yani hep mutsuz, her şeyi reddeden insanlar değil bunlar. Ama şehircilik ilkeleri var, estetik değerler var, kentin kimliği var. Bunları dikkate alınarak yapılmış projelere karşı çıkıldığını ben görmedim.
Burada sermayeye değinecek olursak; onlar da her şeye ‘isterük’ diyorlar.
ENGİN ÖNEN: Sorun orada! İstemezükde değil, her şeyi isterükde…
NE BURJUVA BURJUVA GİBİ, NE DEVLET DEVLET GİBİ…
Sorun gelişmiş bir burjuvazi olmamasından mı kaynaklı? Ya da bu iktidar mı yaratıyor bu ortamı?
ENGİN ÖNEN: İkisini birlikte düşünmek gerekiyor. Bizde ne burjuva, burjuva gibi, ne devlet, devlet gibi fonksiyon görüyor. Bu işler Cumhurbaşkanlığı düzeyinde takip edilir mi? Bu işleri önceden bakanlık firmalarla planlayıp bir bölgeyi sipariş üzerine bu şekilde organize eder mi?. İktidar da bir sermaye grubu gibi hareket ediyor. Oysaki devletin fonksiyonu burada kamu yararını gözetmektir. Ancak hiç de öyle olmuyor! Dolayısıyla buradaki son yıllarda iktidarın himayesine alışmış cüretkar bir sermaye grubu var ama ne kadar burjuva tanımına girer, emin değilim…
Bundan sonraki aşamada burada bir çalıştay yapacağını söylüyor bakanlık yetkilileri… Size sormadan, sizi bilgilendirmeden bu işleri yapmayacağız diyorlar. Ama yaptıklarına bakarak, yapacaklarına ne kadar güvenilir, bilemiyorum bir yurttaş olarak…
ENGİN ÖNEN: Tecrübemiz var. Siyasetçi arkadaşların, yurttaşların biraz daha dikkatli olması gerekir. Daha önce de ne kadar sözler verildi. Dolayısıyla zaten bilgi vereceğiz dediği şey, diyor ki; Çeşme Belediyesi ile sivil toplum kuruluşları… Sivil toplum kuruluşları dediği mimarlar odası, şehir plancıları odası değil. Oradaki otelciler birliği ile bu şehre yatırım yapacak, gözü orada olan menfaati olan kesimler… Bunun muhatabı sivil toplum kuruluşları, uzmanlıkları bu alanda olan meslek kuruluşlarıdır.
‘İşadamlarını hiç dinlemesinler’ değil bu söylediğiniz…
ENGİN ÖNEN: Onları da dinlemek lazım ama bakıyorum son yıllarda bu meslek kuruluşları, bu kuruluşların açıklamaları, raporları dikkate alınmıyor! Yani onlar adeta dışlanmış durumda. Sadece sermaye grupları ve onları temsil eden kesimleri sivil toplum olarak tanımlamaya başladılar.
Proje ilk dillendirildiğinde Çeşme Belediye Başkanı ‘ham yaptırmam’ gibi son derece iddialı bir cümleyle çıkış yaptı; akabinde ‘bakanlıkla konuştum, öyle şeyler yok’ gibi kamuoyunu yatıştırıcı sözler söyledi. Öte yandan, Büyükşehir belediye başkanımızın hiç adını duymadık ki, düşünce topluluğunun içinde de adı var. Yani yerel yönetimlerin de burada bir sorumluluğu var,olması gerekiyor, ne yapabilirler?
ENGİN ÖNEN: Yerel yönetimlerin en asli görevlerinden biri; yönettikleri toplumu ve coğrafyayı korumaktır. Literatürde de böyledir, yasal sorumlulukları da bunu gerektirir. Oradan sorumludurlar.
Tıbbın babası Hipokrat’ın ilk öğüdünün ‘önce zarar verme’ olduğu bilinir. Belediye başkanlarının da sorumlu oldukları yöreye ‘öncelikle zarar verilmesinin önlenmesi’ olarak uyarlanabilir mi bu kadim öğreti?
ENGİN ÖNEN: Kesinlikle… Çünkü fiili durum bu! 30-40 yıl önceki yerel yönetimlerin söyleminde belki çevre kavramı bile yoktu. Belki 30 yıl önce belediyelerin çevre müdürlüğü falan yoktu.
Olsaydı, Kordon’a, İzmir sahiline gökdelenler, apartmanlar dikilirken itiraz olurdu. Bugün öğreniyoruz ki, herkes ‘isterük’ demiş.
ENGİN ÖNEN: Fiili durum o bölgeyi tehdit etmeye başlayınca aslında yerel yönetimler de buna duyarlı hale gelmeye başladılar. Bergama’da dönemin belediye başkanı Sefa Taşkın ilk çevre hareketini başlatanlardan bir tanesiydi, belediye öncülük yaptı. Ondan sonra Türkiye’de bu dalga dalga yayılmaya başladı. Bu konuda duyarlı belediye başkanları çıktı. Sonra Mehmet Gönenç de devam etti. Tunç Bey, Seferihisar Belediye Başkanı olduğu dönemde bir sürü dava açtı taş ocakları balık çiftlikleri için, bir liman projesi için dava açtı ve kazandı. Belediye olarak açtı.
BELEDİYE YEREL HALKIN TEMSİLCİSİDİR, BU UNUTULUYOR
Öncülüğü Başkan Soyer yaptı yani…
ENGİN ÖNEN: Tabi… Hukuki temeli var. Nedir? Sorumlu belediye! Çünkü belediye sadece bürokratik bir kuruluş değildir. Bizde unutulan,ihmal edilen bir boyut var; belediye, yerel halkın temsilcisidir. Sivil bir kuruluştur aslında... Devletten çok yerel halkı temsil etmesi beklenir. Dünyada gelişimi de böyledir. Biz de tarihsel olarak biraz daha merkeziyetçidir. Merkezin kolu gibi tanımlanmış ve öyle gitmiştir ama gerçek belediye; sivil ve yereldir! Ama bizde belediyelerin tavırları daha çok belediye başkanlarının kişisel inisiyatiflerine göre şekilleniyor! Burada şu da beklenir açıkçası; CHP ile AK Parti, HDP, MHP neyse her partinin bu konuda kendini, diğerlerinden ayıracak bir tavrı olması lazım. Son yıllarda bunu yeterince görmüyoruz! Mesela CHP’nin iktidardan ayrı bir çevre politikasının, yerel yönetim politikasının olması gerekir.
Programlarında yazıyor.
ENGİN ÖNEN: Programda yazar ama ben pratikte arıyorum. Diyelim ki; belediye başkanı köyün içindeki zeytinlikteki taş ocağına karşı çıkınca diğeri umursamazlık yapmaması lazım. Aynı parti programının hepsini bağlaması lazım. Bu durumda da Tunç Bey açıklama yapar mı bilmiyorum. Duymadım, ne düşünüyor diye konuşmadık da… Ama adaylığı döneminde bu konuda çok net ifadeleri vardı, basına açık konuşmalardı hatta sert ifadeleri de vardı. ‘Ölümü göze alırım gerekirse…’ İsim vererek de söyledi, ‘bu beton sermayesinden İzmir’i korurum’ diye. Basına yansımış sözleri vardı. Yıllardır tanırım, böyle bir perspektifi de vardır. Ama dün dündür, bugün bugündür mü bilemiyorum! Göreceğiz… Şimdi bir büyükşehir belediyesi, bir ilçe belediyesi bu konuya sadece bakanlık ne yaparsa yapsın diyemez. Kendisinin de bir politikası, bir tavrı olmalıdır. İşte o kamudan yana mı olacak, yoksa bakanlığa güvenip ne yapalım, Çeşme kalkınacak mı diyecek? Önümüzdeki günlerde göreceğiz…
Aslında burada bir sac ayağı oluşturulabilir, İzmir-Çeşme-Urla büyük bir güç yerel anlamda. Ama Urla bacağı eksik şu anda kayyum nedeniyle. Başkan yok, meclis üyeleri var her partinin ama onlar da ortada yok!
URLA KONUSUNDA ÇOK DERTLİYİM…
ENGİN ÖNEN: Orada ben çok dertliyim. İktidar gerçekten hukuksuz uygulamalar yapıyor. Yani bir belediye başkanı suçlu olabilir, tutuklanabilir, hapis yiyebilir, bu hukuki bir şey. Hiçbirimiz bundan muaf değiliz ama demokratik mekanizmaları ortadan kaldırmaması lazım. Meclis var! Ama Urla’da meclis çalışmıyor! Meclis üyeleri ne yapar? Ama biz bu kayyumlara biraz daha olanak tanıyoruz, onları meşrulaştırıyoruz diye düşünüyorum. Herkes sopasını alsın koşsun demiyorum ama yerel siyaset dediğimiz şey sadece belediye başkanlığının belirlediği bir şey değildir. Hani siyasi parti, ilçe örgütleri nerede, meclis üyeleri nerede? Belediye başkanı tutuklu olabilir orada yerel yönetimler seçimiyle işbaşına gelmiş kişiler var. Biz bu toplantıyı Urla’da yapacağız deyince bazı arkadaşlar orada kayyum var deyince bile ben çok üzüldüm. Ne yapalım? Yapmayalım mı toplantıyı! Bu otokontrolü abartılı buluyorum. Biz o zaman nasıl nefes alacağız ki? Daha şimdiden yapalım mı, yapmayalım mı… Anayasal hakkın! Bunlardan neden feragat edeyim ben kayyum ihtimali üzerine… Böyle bir şey olmaz! Bu, kendi kendimizin hareket alanımızı, demokrasi alanımızı daraltmaktır! Urla’da yapmak bu anlamda daha anlamlıydı. Ama orada ben CHP İlçe Örgütünün ve meclis üyelerinin ilgi göstermesini beklerdim.
Çok haklısınız. Urla’da yaşayan biri olsam, oy vermiş olsam benim oyum nerede diye sorarım. Meclis üyesi olsam ben seçildim görevimi yapmam lazım diye haykırırım. Ama kimseden ses çıkmıyor! Sade vatandaşın tek başına yapacak bir şeyi yok, bir öncü olması lazım. Bunu da ilk önce seçilen insanlar yapmalılar. Oy istemeye gittin, seçildin. Şimdi o oyun hesabını sor! Niye böyle peki?
ENGİN ÖNEN: Sandık, şekli bir şeydir ama biz demokrasinin şekli kısmına bile sahip çıkamıyoruz, içeriği bir kenarıya bırakın! Yerel yönetimi orada temsil eden bir meclis var, oyla gelmiş. Temsil kısmından bile vazgeçiyoruz. Orada kendi kendine toplanıp karar alamaz ama bu türden durumlarda aktif olabilir, ilçe örgütüyle beraber…
Bütün partiler için geçerli… MHP de var orada,İYİ Parti de var, hepsi var. Bir bütün oluşturarak en azından yerel olarak, ‘tamam başkanımız tutuklandı o artık mahkemenin işi ama biz görevimizi yapmak istiyoruz, biz oylarımızın hakkını vermek istiyoruz’ demesi, bir açıklama yapması lazım! Bundan bile imtina ediliyor. Gerçekten çok yadırgıyorum , çok üzücü buluyorum… Belediye başkanlarına Çeşmeli bir yurttaş olarak, bir akademisyen bir sosyolog, bir parti üyesi olarak neler dersiniz desem?
ENGİN ÖNEN: Kimseye akıl verecek değilim. Yurttaş olarak görevimi yaptığımı düşünüyorum. Bizim yaptığımız ne şov, ne mevki makam beklentisi… Bunun için kimseden aferin beklemiyoruz ama yurttaşlık görevimi, yurtseverlik görevimi yerine getiriyorum. Orası benim kimliğim,kök saldığım yer. Onun için belediye başkanı, meclis üyesi arkadaşlarımız ve siyasi partilerin yerel örgütlerindeki arkadaşlarımızın, bakanlığın defalarca pompaladığı iyimser mesajlarla pasifize olmaması lazım! Onun için bir sağduyulu değerlendirme yapıp bu işin zararın neresinden dönülürse veya kendilerinin de sakin bir şekilde uzmanlar aracılığıyla bu konuyu biraz masaya yatırmalarını isterim.
‘Her şeyi isterük’ diyenlerin, istemezük tayfası diye adlandırdıkları ve itibarsızlaştırmaya çalıştıkları insanlara karşı şöyle de bir argümanları oluyor: Turizm yatırımı istemiyorsunuz, gökdelen istemiyorsunuz, Avm istemiyorsunuz, e hadi o zaman bir proje söyleyin, alternatif getirin! Sanki o bir görevmiş gibi… Ne yapılabilir Çeşme’deki turizm ile ilgili, daha fazla turist gelsin diye?
ENGİN ÖNEN: Bununla ilgili çok hayallerim vardı. Yıllarca küçük çaplı şeyler de yaptık… Ama ben Karaburun Çeşme ve Urla’nın hala her şeye rağmen korunan değerleri; o bölgede halen bu kum, sahil turizmi dışında özel potansiyellerin olduğunu da düşünüyorum. Bir de turizm denilince böyle kitlelerin yığıldığı, vahşi turizm diye bir kavram da var çevreyi tahrip eden… Öyle değil ama ekolojik turizm için çok ideal yerler olduğunu düşünüyorum. Bu amaç için çok çaba sarf ettim ama kişisel olarak benim gücüm bir yere kadar. Gastronomi açısından bu bölge çok özel bir yerdir. Yayınlar da yaptım. Kars’ta İstanbul’da bildiriler de sundum, zaman zaman dergilerde bu konularda yayınlar da yaptım. Yarımadanın tarihi ve arkeolojik envanteri yoktur mesela… Terk edilmiş köyler var mesela, bunlarla ilgili çok güzel barış projeleri, uluslar arası projeler yapılabilir. Bunları ben Tunç Bey’e yazılı olarak da verdim, okudu mu bilmiyorum ama... Ben mimar değilim, plancı değilim ama oranın tarihi değerlerinin hayat bulması bakımından onu hisseden birisiyim.
Yerlisisiniz çünkü…
ENGİN ÖNEN: Hatta o dağları, tepeleri çobanlar bilir ama ben de bilirim. Çoban mağara der ama ben onun Roma mezarı olduğunu bilirim mesela… Onları tescil ettiremiyoruz. Doğa ve tarih yürüyüşleri bakımından muhteşem yerdir yarımada…Sadece denizi düşünmemek lazım. Çünkü o türden turizm; yalnızca anında doldurt boşalt yapan, personel istihdamı çevre yükü bakımından sorunlu bir turizmdir. Ama değişik mevsimlere yayılabilecek çok şeyler yapılabilir. Son yıllarda bir festival modasıdır gidiyor. Bir gün gidiyorsunuz Turgut Köyünde lavanta festivali var. 2 saat köye giremiyorsunuz. Bunu kast etmiyorum. Kalıcı, sürekliliği olan ve o köylüleri biraz daha organize eden… Çünkü giderek köy turizmi dediğimiz bir trend de başladı. Ama Çeşme’nin hemen hemen köyü kalmadı! Karaburun’un yine biraz var. İnsanlarda böyle köye gitme eğilimi oluştu… Eskiden kırın iticiliği, kentin çekiciliği vardı, bu şimdi tersine döndü. Kent itiyor, kır çekiyor, kısmen tabi ki… Bu iyi organize edilirse yarımada kendini koruyarak da gelişebilir. Şart değil bir anda zengin olmak. O sermaye düşüncesi! Mesela Alaçatı öyle oldu ama yerlisini kustu. Bir anda soylulaştırdık, evler çok para etti, Alaçatılılar memnundu evleri sattılar sattılar, şimdi Alaçatı’nın içinde çay içemiyorlar.
BU YALNIZ ÇEŞME DEĞİL, MEMLEKET MESELESİ…
Son zamanlarda oraya gidenler de pek memnun değil.
ENGİN ÖNEN: Değil. Çok plansız oldu çünkü… Bunu şehir planlama ilkeleri ve kamu yararı açısından yürütmek gerekirdi. Bir tane kamu alanı kalmamıştır, kilise bahçesi dışında Alaçatı’da sokaklar bile restoranlara verildi. Müşteri olmadan durabileceğiniz 5 metre yer yok merkezde! Sermaye gelsin kim olursa olsun dedik. Tamam Ahmet, Mehmet diye seçmeyin ama şu bölge eğlence bölgesi, şu bölge dinlence bölgesi demezseniz otelin yanına bar açılır, biri uyumaya başlarken diğeri gürültüye başlar. Kolay ve spekülatif para kazanılan yer mafyanın girdiği, her şeyin gayrimeşrulaştığı… Birden gelişmek hep risklidir! Hemen obez olmak… Onu yönetemezsiniz!
Düşünülürse, planlanırsa yarımada yılın 12 ayında değerlenebilir diyorsunuz özetle…
ENGİN ÖNEN: Kesinlikle!
Birden bire olmaz?
ENGİN ÖNEN: Evet, olmaz. O çok risklidir. Kaliteyi de düşürür zaten! Kaliteyi yönetmeyi, hizmeti, altyapıyı zorlaştırır. Onu öngörerek gitmek… Böyle bir eksiklik var.
Okuyanlar görmüyor elbet; röportajın başından beri yüzünüzdeki ifade diyor ki, ‘Engin Önen’in içi acıyor…’ Yanılıyor muyum?
ENGİN ÖNEN: Yanılmıyorsunuz, evet, yapamıyorum. Bazen uykularım kaçıyor! Uzun yıllardır bu hareketler içindeyim. 12-13 yılı geçti bu taş ocaklarıyla mücadele etmeye başlayalı… Biz bunu bir parti siyaseti faaliyeti olarak da yapmıyoruz, bu siyasi bir faaliyet ama bazı arkadaşlar bu yüzden bize geçen dönem aday ol diyenler oldu. Ama şunu bilmelidirler; bu profesyonel siyaset ağı içinde çevreci, bir yeri iyi biliyor diye kimseyi aday yapmazlar! Bu yaptıklarım da benim için siyasi bir istikbal ya da yatırım değil. Bir memleket meselesi!!!
(*) Herbert Marcuse: Amerikalı filozof, sosyolog, politik felsefeci, Frankfurt Okulu'nun Eleştirel teorisi'ne yaptığı katkılarla tanınmaktadır.Frankfurt Okulu mensuplarından biri olan Marcuse, Marksist kuramı, 1920'den başlayarak değişen tarihsel koşullarla uyumlu hale getirmenin mücadelesini vermiştir. Bu amaçla, eleştirel Marksizmin kendi versiyonunu öne süren ve 1960'lı yıllardan başlayarak uluslararası bir ün kazanan Marcuse, Amerika Birleşik Devletleri'yle Avrupa'daki yeni sol hareketin destekçisi ve savunucusu olmuştur. O, söz konusu eleştirinin ardından, estetik ve biyolojik değerlerin yüceltildiği bir toplum düzeni arayışına girmiştir. Geleceğin toplumuna ilişkin görüşleriyle özgürlükçü bir komünist olarak nitelenen Marcuse, özgür, güzel, aydınlık, cinsel içgüdülerin bastırılmadığı, herkesin yeteneğine göre özgürce çalıştığı, çalışmanın bir oyun haline getirildiği, devletin baskıcı görevine gerek duyulmayan bir toplum düzenini özlemiştir.(kaynak: Vikipedi)
|
|
Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır. Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım. |